Sabahlarımın olmazsa olmazı çayı ocağın üzerine koyup evi havalandırmak üzere camları açtım. Evin içinde mis gibi ıhlamur ve iğde kokuları dolaşmaya başladı. Allah’ım dedim, Allah’ım işte ben bu kokuyu seviyorum. Canım İstanbul'uma en çok bu biraz baygın, biraz da efsunlu kokuyu yakıştırıyorum. Kahvaltımı yaptıktan sonra, mis gibi kokular içinde İstanbul’u düşünerek Büyükçekmece yollarını kat ediyorum. Ayrılmak istemiyorum lâkin kızıma söz verdim geleceğim diye.
Saat erken olduğu için otobüste yer bulup oturuyor, genellikle yaptığım gibi elime kitabımı alıp okumaya başlıyorum. Bir iki durak sonra tam karşıma bir bey oturuyor. Bir koku genzimi yakan. Kül tablası sanki burnumda, hem de akşamdan kalma. Yer değiştireyim diyorum, utanıyorum. Adam oturuyor akşamdan buyana kokladığım temiz ve güzel kokunun üzerine. Kalkıp da başka bir yere geçiyorum. Kitabımı tekrar elime alıyorum. Okumaya çalışıyorum, evet sadece çalışıyorum. Zira bu sefer sözleşmiş gibi herkes eline cep telefonlarını alıp hep beraber konuşuyorlar. Kadının birisi arkamda yüksek sesle hayat hikayesini anlatıyor, yan taraftan kül tablası bey hararetle bir şeyler konuşuyor daha bitmedi yanımda oturan bayan da eline aldı mı telefonunu...
Bana da kitabı kapatmak düştü.
Bu benim çok sevdiğim İstanbul' a hiç mi hiç yakışır manzara değil. Benim İstanbul’umun insanları çok kibardı. Kendileri buram-buram sigara kokmazdı, bu kadar yüksek sesle de konuşmaz, başkalarına kendi hayat hikâyelerini dinletmezlerdi.
Otobüsten indiğimde Şirinevler’in Ataköy kısmında merdivenlere sırtını dayamış uyuklayan 18-19 yaşında görünen bir genç, yerde toprağa atılmış bozuk paralar. Bunlardan o kadar çok ki, adım başı dilenci var. Hele de bu manzara içimi acıtıyor. Gençlik bu olmamalı diye düşünüyorum. Afyon yutmuş gibi uyuyan genci geçip, Ataköy tarafına doğru yürüdüğüm için yine çiçek kokularıyla İstanbul'u dinleyerek eve vardım. Ah dedim ah ötekisi olmayan İstanbul'um. Ne yaparlarsa yapsınlar, seni seviyorum.
Seni sevmekten vazgeçmeyeceğim.
Saygılarımla