Gerçekten İhtiyacın Var Mı?
Tüketim toplumu kavramı artık sadece derslerde konuşulan kupkuru bir terim değil; içinde yaşadığımız, nefes aldığımız dünyanın kendisi haline gelmiş durumda. Günümüzde bütün çarklar ters çevrildi; eskiden üretimin ön planda olduğu dünyadan, birden tüketim çılgınlığına sert bir geçiş yaşadık. Üretmekten çok tüketmenin ön planda tutulduğu, insanın kimliğini kaybettiği, onun yerine tükettiği ürünlerle tanımladığı bir düzenden bahsediyorum.
Eskiden sahip olduklarımızla yetinmeye çalışırken, şimdi birçok ürüne aynı anda sahip olmak istiyor ve ne kadar çok şeye sahipsek o kadar "başarılı" ve "mutlu" oluyoruz. Ya da mutlu olduğumuzu sanıyoruz mu demeliyim bilmiyorum..
Yeni bir ürün piyasaya sürüldüğünde sanki onun eksikliğini çekiyor, onu satın almak istiyoruz. Hiç ihtiyacımız yokken, o ürüne sahip olma arzusu içimizi kemirmeye başlıyor. O ürünü satın almadığımızda ise sanki toplum ve insanlar tarafından hor görülmekten korkuyoruz. Bakıldığında tüketim toplumu statüyü de belli ediyor aslında. Ama öyle bir boyut kazandı ki statüyü bile ezip geçiyor, durumu olmayan insanlar bile hor görülmemek için ürünleri satın alıyor. Bir ürüne sahip olmak, “Ben de bu dünyanın bir parçasıyım” demenin yolu haline geliyor.
Reklamlar, diziler, sosyal medya içerikleri gibi daha birçok yerde bize “daha fazlasına ihtiyacın var” diyen bir ses var. Almazsak geri kalacağız, giymezsek dışlanacağız, sahip olmazsak eksik hissedeceğiz. Bu baskı öyle görünmez bir şekilde işliyor ki, artık insanlar neye ihtiyaç duyduklarını değil, neye sahip olmaları gerektiğini düşünüyor.
Tek bir sebep var aslında o da popüler kültür. Dünya sanki farklı ülkelerden, kültürlerden coğrafyalardan oluşmuyormuş gibi tek bir toprak parçasına dönüştü ve küresel bir köy haline geldi.
Trendler hızla değişiyor, birkaç ay önce alınan ürün bile “eski” kategorisine düşebiliyor. Bu kültür, bireyleri özgün olmaya değil, aynı kalıplara uymaya zorluyor. Herkes aynı diziyi izliyor, aynı müziği dinliyor, aynı giyimi tercih ediyor, aynı cihazı kullanıyor. Farklılık ise "gariplik" olarak algılanıyor.
Bu bağlamda baktığımda aklıma ilk gelen örnek: iPhone. Evet o ikonik, ısırılmış elma tasarımlı, herkesin elinde olan Apple ürünü. Her yıl yeni bir model çıktığında sosyal medya hesaplarında “şu özellik geldi, artık şunu da yapabiliyor” yorumları oluyor. Peki gerçekten o yeni modele ihtiyacımız var mı?
Düşünelim: Elimizde hâlihazırda çalışan, kamerası yeterli, bataryası iyi bir telefon varken neden yenisini alıyoruz? Çünkü yeni model eskisinden daha mı farklı? Yoksa kamerası bizi daha mı güzel gösterip, kusurlarımızı kapatıyor? Aslında hayır. Çoğumuz için asıl önemli olan; o telefona sahip olmanın verdiği “yeniye sahip olma” hissi. Belki biraz da etrafımızdakilere “ben de aldım” diyebilmenin verdiği sosyal tatmin.
Bu durum herkeste etkili olsa da, bundan en çok etkilenen kişilerin genç nesil olduğu net bir şekilde belli oluyor. Çoğunda son model telefonlar, benzer giyim tarzları, aynı markaların eşyaları var. Yani bir nevi herkes birbirinin kopyası durumunda. Özgünlükten ziyade kabul görmek önemli hale geldi ve tek tiplilik çoktan herkes tarafından kabul edildi.
Daha da üzücü olan ise, bu tüketim çılgınlığının birçoğumuzun ekonomik gerçekleriyle uyuşmaması. Geçimini zor sağlayan birinin kredi kartıyla son model telefon alması, belki de bu sistemin ne kadar güçlü ve sorgulanmaz olduğunu bizlere gösteriyor. İhtiyacımız olmasa bile, almamız gerekiyormuş gibi hissediyoruz.
Oysa bir durup düşünsek, belki de en doğru soruyu sormaya başlarız: “Gerçekten ihtiyacım var mı?”
Belki de artık tüketmek için değil, düşünmek için alışkanlıklar geliştirmeli ve satın almadan önce bir kez değil, birkaç kez düşünmeliyiz. Çünkü asıl ihtiyaçlarımız, çoğu zaman sahip olduklarımızdan çok daha ulaşılabilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.