Sabah Sanılan Akşam
Sabah Sanılan Akşam
Garip bir başlık değil mi? Nedenini anlatacağım…
Yine cumartesi-Pazar tatilindeyiz hani… Ne yapalım, yine edebiyatta bir sayfa açalım bugün sizlere…
Dün Kartal Çeksed (Çağdaş Edebiyat Kültür Sanat Eğitim Derneği) lokalinde, Türk Edebiyatının köşe taşlarından olan “Beş Hececiler” grubu ile ilgili konuşmalar vardı ve ben de hasbel kader konukları arasında idim.
Böyle toplantılara her zaman gidemiyorum ve her çağrıya katılamıyorum ne yazık!... Biraz yaşlılık, biraz oralardaki atmosferlerin yavanlığı isteklerime gem vuruyor hep…
Geçen Pazar günü orada yapılan irdelemeler oldukça yüksek seviyelerde seyretti… Ben de, programda olmamama rağmen gittiğimde konuşma masasında yer gösterildiği için,konuya güzel hazırlanmış olan Kırıntı Yayıncılık Genel Yayın Yönetemeni Osman Ünal’a eşlik ederek bir şeyler söylemek durumunda kaldım haliyle…
Söz konusu olan Beş Hececiler’den şans bu ya, iki ismi yakından tanımıştım gençliğimdeyken… Bunlardan biri Orhan Seyfi Orhon, diğeri ise yine o yaşlarda şiir gücünden ötürü idolüm olan Faruk Nafiz Çamlıbel’di…
Orhon’u, 1972 yılında Adalet Partisi iktidarının dümen suyunda olduğu için ilk beş büyük trajlı gazeteden biri olan Son Havadis Gazetesi’nin açtığı “Büyük Edebiyat Armağanı” başlıklı şiir yarışması nedeniyle tanımıştım. O süreçlerde Orhon, hem iktidar partisinden milletvekili ve hem de gazetenin baş yazarıydı. Ben ise, o gazetede açılmış olan şiir yarışmasına katılmış ve ikincilik armağınını kazanmıştım. Dolayısıyla beni tanımak istemişti ve gazeteye gittiğim bir gün odasında kabul edilerek karşılıklı söyleştik. Bu tanışma o süreçlerde benim için bir dünya nimetiydi ve unutulacak gibi değildi elbet! Daha çok sonraları da vefat etmiş ve ona hitaben yazdığım bir taziye şiiri, bizzat köşesinde yayınlanmıştı. Ki, bu da ayrı güzel anıydı benim için!
Beş Hececilerin diğer önemli ozanı ve idolüm olan Faruk Nafiz Çamlıbel’i de, yine bir başka şiir yarışmasıyla tanımıştım. O süreçlerde o da yine iktidar partisi vekillerinden idi… Ancak bu kez ben katılımcılar arasında değil, o süreçte şiirlerimin basıldığı aktif yayınlardan biri olan Türkiye Dergisi’nin açmış olduğu yarışmaydı ve ben de jüri üyeleri arasındaydım. İdolüm olan Faruk Nafiz Çamlıbel’de jüri başkanımızdı.
Bu görevim nedeniyle birkaç kez yan yana olduk, söyleştik ve hatta bir seferinde de Bebek-Arnavutköy sahili köşesindeki tek katlı kuş yuvasını andıran evine gitme şansım oluşmuştu.
Bundan sonrasını, birkaç ay önce Oneol yayınları arasında çıkan ve sanatsal irtibatlar yaşadığım o süreçleri anlatan “Bohem Yıllar” adlı kitabımdan alıntıyla sürdürelim:
“Bölgenin en güzel yerlerinden biri olan Bebek semtine kıvrılan yolun hemen başlarındaki iki katlı bir evdi gideceğimiz yer... Otomobilimiz filan yok, troleybüse binip yol aldık. Mevsim yaz olduğu için, akşam oldukça geç saatlere kadar uzanıyordu. Ve bütün güzelliğiyle akşam çöküyordu İstanbul boğazı’na...
Alt Komisyon olarak şair Muammer Hacıoğlu ile birlikte seçmiş olduğumuz şiirlerin içinde bulunduğu dosya ile kapılarına vardığımızda, güneş evine dönmüştü artık ve ortalığı bir alacakaranlık sarmaya başlamıştı. Zili çaldıktan bir süre sonra, ortayaşı aşkın bir bayan göründü... Kim olduğunu bilmiyorduk fakat, muhtemelen kızkardeşi olduğunda karar kılmıştık! Muammer Hacıoğlu kapıda görünen bayana:
“Faruk Bey’e gelmiştik! Türkiye Dergisi’nden...”
“Peki çocuklar... Durun haber vereyim ona...”
Aslında birgün öncesinden telefonla haber vermiştik fakat yine de gelişimiz garip karşılanmış gibiydi. Kapıyı hafif aralık bırakarak içeriye döndü ve biraz sonra ağır adımlarla üzerinde röbdeşambır, ayağında şeritli bir pijama ile idolum olan şair Faruk Nafiz Çamlıbel göründü. Ve bizi görür görmez de bağırarak:
“Hayrola çocuklar? Ne o böyle sabah sabah, akşamın suyu mu çıktı?”
Biribirimize baktık Hacıoğlu ile... Dışarda ise, bütün gücüyle karanlık çökmekteydi!
Yapılması gerekenleri yaptık, bir kahvelerini içtik ve dönüyoruz geriye... Faruk Nafiz’in “sabah sabah” sözü aklıma takılmıştı. Ve söylendiğinden beri içimden kurcalayıp duruyordum. Beyoğlu’nun bohem gecelerinde bazı kadınlar tanımıştım. Bunların çoğu gündüzleri ortalığa çıkmazlar ve gündüz ışığında yeni başlamış olan yüzlerindeki kırışıklıkların görünmesini istemezlerdi. Bir anlamda haklı olabilirlerdi yani... Fakat, Faruk Nafiz Çamlıbel’in gün ışığından şikayetini anlayamamıştım. Dönüş sırasında Hacıoğlu’na sitem içinde sordum:
“Sabahın köründe, paldır küldür niye gittik adamın kapısına?”
Gülerek aynı güzellikte yanıt verdi:
“Biz ne bilelim onun hep karanlıkta yaşadığını? Bizim akşamımız sabahımız mı var? Allah’ın günü işte... Şimdi gidip, bunun acısını Turhan Bayraktar’dan (Derginin sahibi) çıkaralım en iyisi...Hayyam’da (Hergün takıldığımız bohem bir meyhane) iki büyük rakı açtıralım da, yüreğine otursun bizdeki Çamlıbel’in sabahları gibi...”
Ve öyle yaptık gerçekten!...Çamlıbel’in sabah’lık azarını, Turhan Bayraktar’ın cüzdanından çıkarttık! İşte, başlıktaki sabah olan akşam başlığının sırrı bu!...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.